NAİME ERKOVAN: 

BERDÜCESİ BULUŞMALARI 2:

ÖYKÜ GERÇEĞİN YERİNİ TUTAR MI?

 

Kendinizden bahseder misiniz, Naime Erkovan kimdir?

 

Bu kısmı hiç beceremiyorum, hiç aklıma da gelmiyor. Her ders döneminde öğrencilerle tanışırım ve her seferinde kendimi tanıtmayı unuturum sonra ya öğrenciler hatırlatır ya da ben sonunda hatırlarım. Naime Erkovan, her şeyden önce öykücüdür. Edebiyatla uğraşmayı sever ve sevdiği için de hiçbir zaman çalıştığını iddia edemez. Hayatımın çok yoğun, ağırlıklı bir parçası edebiyat, çünkü yaptığım her şeyin edebiyata çıkıyor olduğunu fark ettim. Dolayısıyla hayatımda sadece edebiyat, öyküler ve atölyeler var.

 

Yeni kitabınız “Ve Şehre Bir Flanör Gelir” Jean Baudrillard’ın “Gerçeğin işaretleri gerçeğin yerine geçer.” sözüyle başlıyor. Naime Erkovan dünyayı/gerçeği nasıl görüyor ve öykülerinde nasıl anlatıyor?

 

Ben hep herkes gibi gördüğümü zannediyordum ama zaman içerisinde ortaya çıktı ki öyle değilmiş. Aslında hayat bir şekilde bize sunuluyor, bir yönünü görüyoruz ama bizi yaratan müthiş varlık bizi tek boyutlu mu yarattı, ya da dünya tek boyutlu olmak, gördüğümüz şekilde mi var olmak zorunda? Herhalde bunu kurcaladığım, sorguladığım için kapılar açılıyor. Kaldı ki zaten fantastik hayatımızın bir parçası ve kadim bir anlatım. Bunu hep söylerim: Kutsal kitaplara bir bakın. Özellikle bizim kıyamet ayetlerimize. O kadar müthiş şeyler anlatılıyor ki. Dağların pamuk gibi havaya uçmasından, gökyüzünün bir parşömen gibi dürülmesinden bahsediliyor. Bu fantastik değil de nedir? Tabiata bakıyoruz, tabiat da fantastik. Bir an çok sakin olan tabiat kontrolden çıkabiliyor, uyuyan dağlar bir anda patlayabiliyor. Yani bu kadar çeşitliliğin içerisinde, olmayacak şeylerin olduğu bir dünyada tek bir şeye inanmak bana çok sıradan geliyor.

 

Hikâyelerinizde sıra dışı imgeleriniz ya da kahramanlarınız var. Misal bir generalin ceketindeki “beşinci düğme” ya da bir “pul”. Yahut Ay ve Güneş Kumpanyası’nda modern bir yüzyıla düşmüş “Şehrazat”. Eşyalar ve kişiler gözünüzde nasıl bu hale bürünüyor?

 

Kesin bir formülü olsa da versem keşke. Sadece şunu söyleyebilirim: Bir şeye niyetleniyorsanız çok basit düşünmeyin. İmkânsızı da hesaba katın. İmkânsızı düşündüğünüz zaman onu mümkünmüş gibi sunmaya çalışın. Yapabileceğiniz tek şey bu. Tereddütte kalmayın. Eğer siz yazarken tereddüt ederseniz o zaman okur da o tereddütünüzü anlayacak, inanmayacaktır. Öğrencilerime de hep bunu söylerim. Dünyanın en saçma şeyini anlatabilirsiniz, yeter ki inanmış olun ve onu mantıklı bir şekilde sunmaya çalışın. Diyeceksiniz ki saçma bir şeyi nasıl mantıklı bir şekilde sunabiliriz? Tabii ki dünyanın, aklın yöntemleriyle. O orada minik bir ayrıntı gibi duracak ve siz gerçekten onun orada var olduğunu iddia edeceksiniz. Tereddüt etmeyeceksiniz. Belki de en büyük problem bu. Yazar, bunu kaleme alırken “acaba insanlar inanır mı?” tereddütüne düştüğünde insanlar gerçekten inanmıyorlar. Öğrencilerim yazılarını getirdiği zaman nerede inanmadıklarını, nerede çekimser kaldıklarını hissedebiliyorum. Zannetmeyin ki sizin zihninizdekiler sadece sizin zihninizde kalıyor. Kağıdınıza, eserinize de yansıyor. O yüzden önce sizin inanmanız gerekiyor. İnanmaktan çekinmeyin.

 

Margaret Atwood “Damızlık Kızın Öyküsü”, George Orwell “1984”, Aldous Huxley “Cesur Yeni Dünya” ve Yevgeni Zamyatin “Biz” eserleri. Günümüz edebiyatı ve sineması distopya türüyle vücut buluyor ve çok ilgi görüyor. Bu gidişatı nasıl yorumluyorsunuz?

 

Distopya edebiyatta mı yoksa görsel sanatta mı ortaya çıktı bilmiyoruz. Sinemada, film sektöründe ortaya çıktı bize mi yansıdı, yoksa bizim ihtiyacımız mı oraya yansıdı, onu kestirmek çok mümkün değil. Biz zaman zaman tematik okuma atölyeleri yapıyoruz. Bu atölyelerin birinde Sovyetler Birliği’nin varlığının distopya türünü ortaya çıkarmış olduğunu fark ettik. Dışarısıyla hiçbir bağlantısı olmayan, kafes gibi bir şeyin içerisinde bir millet vardı. Arkada neler var olduğunu herkes tahmin etmeye çalıştı ve müthiş bir hayal gücü gelişti. Margaret Atwood Damızlık Kızın Öyküsü’nü Berlin duvarına çok yakın bir yerde, eski bir daktiloda yazmış. Bir mecburiyet, bir yokluk, bir kısıtlanma hali başka türlü şeyler doğuruyor. Bunu İran sinemasından da örneklendirebiliriz. Birçok imkândan mahrumlar. Yapamayacakları, giremeyecekleri çok alan vardı, ama o kısıtlama insanları durduramadı. O legal olan yerden de bir şey üretebildiler. Aslında kısıtlamalar o anlamda zihnimiz için çok keyifli. İmkânlarımız ne kadar azalıyorsa daha çok üretmek zorunda kalıyoruz. Bu, sıkışık zamanlarımızda geniş zamanlarımıza nazaran daha iyi üretmemize benziyor.

 

Batıda fantastik türe ait birçok eser verilmesine rağmen bizde fantastik deyince pek az isim geliyor, bizim aklımıza Naime Erkovan geliyor. Oysa bizim inanç ve kültürümüz buna çok elverişli. Mucizeler, kerametler, melekler, cinler hep yanı başımızda. Sizce bu tür, ülkemizde yazar ve okur açısından neden yaygınlaşmamıştır?

 

Aslında fantastiğe nasıl bakıyoruz, fantastiği doğru anlıyor muyuz? mesele biraz da bu. Fantastiğin çok temel ölçütlerinden birisi normal bir dünya işlenmesi ve oraya bir şey sızıyor olması. O dünyaya ait olmayan, sırıtan, aykırı olan bir şey. Fakat o sızan şey dünyanın gidişatını hiçbir şekilde etkileyemiyor. O sadece orada aykırı bir şey olarak kalıyor. Örnek verecek olursak Kafka’nın “Dönüşüm”ünde Gregor Samsa’nın böcek oluşunda dünya olduğu gibi işlemeye devam ediyor. Anne ve babası hayatlarını sürdürüyor, işvereni evine geliyor. Yani her şey olduğu gibi işliyor. Sadece Gregor’un böcekliği orada tuhaf bir şey olarak kalıyor ve dünyayı etkileyemiyor. Bu şekilde olursa fantastik oluyor. Yazılarımıza olağanüstü elementleri soktuğumuzda fantastik yazdığımızı iddia edemiyoruz. Çünkü arada her an masala, bilim kurguya kayabilen çok ince bir çizgi var.

 

“Bizim entelektüellerimizin, sanatkârlarımızın bir vasfı da yerli okumamaları, hatta edebiyatımızın bahsine bile yanaşmamalarıdır.” şeklinde “yerli okuma-yazma” sorununa değinir Tanpınar. Yerli olmak adına neler yapar Naime Hanım?

 

Yıllardır devam eden yazarlık atölyelerim var. On hafta boyunca Türk edebiyatının beş üslupçusunu okuyoruz. Bunu yapmamızın sebebi Türk dilinin en iyi yazarlarıyla tanışarak dilimizi geliştirmek. Bu beş yazarı bitirdikten sonra yerli okumaların yanına dünya edebiyatını da ekliyoruz. Yani kulaklarımıza çok iyi bir edebiyat, zengin bir dil doldurmaya çalışıyoruz.

 

Biliyorsunuz ki Dünya’nın güçlü milletlerinin daha az güçlü milletlere uyguladıkları şey bir kompleks halini oluşturmakta. Bizim toplumumuzda da bu, dış etkiye gerek kalmaksızın yeterince var. Biz kendi kendimizi yiyip bitirebiliyoruz, o kadar marifetliyiz. Ürettiğimiz, yaptığımız hiçbir şeyi kendimiz beğenmiyoruz. Çok daha olumsuz özelliklere sahip milletler o halleriyle övünebiliyorken biz bu kadar olumlu halimizle tabiri caizse kendimizi gömüyoruz. Öyle olunca okumaları da yapmıyoruz. Yabancılardan, dünyadan gelen her şeyin daha iyi olduğuna inanıyoruz. Çocukluğum o topraklarda geçti. Hiçbir şey göründüğü gibi değil, boşuna bir hayranlık besliyoruz. Keşke iki tarafı bilip kararımızı öyle verseydik. Körü körüne bir batı ya da doğu hayranlığı bizi hiçbir yere götürmeyecek. Dilerim hepiniz gidip tanık olabilir, kendi kararlarınızı verebilirsiniz. Ben çok büyük hevesle bu topraklardan ayrılıp da çok büyük vatansever olarak dönen kişileri gördüm. Dışarısı zannedildiği gibi bir dünya değil. Hiç kimse gözünüzün yaşına bakmıyor. Ama bu topraklarda hâlâ çok güzel değerler var. Onları fark edip yaşatmalıyız.

 

Şimdi biz Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlığını okuyoruz, kendi topraklarına ait bir eseri verebilmiş ve dünya bunu böyle tanımış. Biz ne üretebiliyoruz, ne sunabiliyoruz? Yani onların tanıttığı topluluklar çok mu mükemmel topluluklar? Değil, ama herkes kendi vefa borcunu yerine getiriyor. Bizde o sorun var. Gençler yazı yazıyor, bile isteye tamamen yabancı isim kullanıyorlar. Bu topraklardan geçmediğini bilsek yabancı birinin yazdığını zannederiz. Kendi kültürümüzü gençlere iyi bir şey olarak sunamadığımızdan baskın kültürden etkileniyorlar. Okumalarda da aynı şekilde. Liselere gittiğim zaman onu fark ediyorum. Biz öğrencilere doğru kitabı verememişiz. Sorun buradan kaynaklanıyor. Eski eserleri de tabii ki okumalılar, ama biraz daha güncel eserlerden yararlanmalarını sağlamalıyız. İyi şeyleri sunabilir, yerlinin de iyi olduğunu gösterebilirsek bence problemi aşarız.

 

“Yalnızlık yaşadığımın belirtisiydi. Hayatımı bitirdin.” diyor şişeden çıkan cin “Asılsız Hikâyeler”de. Bize, yalnızlık ifadesinin sizdeki karşılığını anlatır mısınız? Yazmak bir yalnızlaşmayı mı gerektirir yoksa?

 

Yalnızlık hayatımın en önemli ve korumaya çalıştığım bir parçası. İnsanların içinde ve sürekli birileriyle temas halinde olunursa yazmak zorlaşıyor. Kaldı ki insanın fıtratında da bir yalnızlık var. Çünkü yalnız yaratıldık, yalnız hesap vereceğiz, inancımız doğrultusunda yalnız dirileceğiz. Ama bunun korkutucu olduğu düşüncesine kapılmayalım. Yalnızlığın içerisinden de bize güzellikler çıkıyor. Ben her kitabımı yazarken evi tamamen boşaltmaya çalışıyorum. Tamamen boşaldığı sırada da yıl içinde biriktirdiğim bütün fikirlere yoğunlaşıp yazmaya çalışıyorum. Yazma işim sona erdiğinde de yalnız kalma işim sonlanıyor ve günlük hayatıma devam ediyorum.

 

“Ve Şehre Bir Flanör Gelir” adlı öykü kitabınızda, Bay Pe’ye hastalanınca doktoru “Sevmeniz lazım.” diyor. Sevginin hayatınızdaki yeri nedir?

 

Sevgi bizim hamurumuzda olan ve duygularımızı şekillendiren bir duygu. Sevmeden hiçbir şey yapamıyoruz. Ama neyi ne kadar seviyoruz ve sevdiğimizi ne kadar söyleyebiliyoruz? Elimizde imkân varken ne kadarını kullanabiliyoruz? Zannediyoruz ki her zaman sevebiliriz, sevgi bize her zaman sunulur. Bunun hiç de öyle olmadığını acı tecrübelerle fark ediyoruz. Dolayısıyla sevebilmeyi ve sevdiğimizi de gösterebilmeyi başarabilmemiz lazım. Sait Faik’in dediği gibi madem her şey sevmekle başlar, bundan kaçınmamalıyız. Hayatın içerisinde akan bir nehir gibi sevgi her zaman içimizde barınmalı.

 

Yirmi seneyi aşkındır disiplinli bir şekilde edebiyatla hemhal olmuş, kendine özgü bir üslupla sekiz öykü kitabı yazmış bir yazar olarak günümüz Türk edebiyatında gördüğünüz en büyük eksiklik sizce nedir?

 

Öncelikle sabredemiyoruz. Bu sadece edebiyatta böyle değil. Çağ, çok hızlı ilerliyor ve çağ ilerledikçe günlük hayatta da sabırsızlaşıyoruz. Her şeye çok çabuk ulaşabiliyor, kavuşabiliyoruz. Öyle olunca da beklemek, sabretmek gibi kavramlar maalesef hayatımızdan çıkmaya başlıyor.

 

Özellikle bir edebiyatçı, bir yazar için sabır çok önemli. Yazıyı yazıp elimizden çıkması, yazının ilgili yerlere ulaşması ve dönüt gelmesi uzun bir zaman istiyor. Bu süreç, yazan insan sayısı arttıkça daha da uzuyor. Dolayısıyla tekrar tekrar çalışmaktan, hayal etmekten, yazmaktan kaçınmayın. Günümüzde çok fazla eser var, çok fazla şey üretiliyor. İyi eserleri seçip iyi okumalar yapmalıyız. Kendimizi ve eksiklerimizi ancak iyi okumalar yaptıkça görebiliriz. Öykü yazıyorsanız kendi öykü ve eserlerinizi; İtalyan yazar olan Dino Buzzati, Papini ve Calvino’yu; Rus yazar olan Çehov’u; Amerikan yazar olan Hemingway, Cheever ve Carver’ı sıradan bir okur gibi değil bir yazar adayı olarak nasıl yazdıklarını, kurguyu nasıl işlediklerini inceleyerek okumalısınız. Keyif almaktan uzaklaşmalısınız. Sizinki artık bir yazar okuması olacaktır. İyi okumalar, sonunda iyi yazmayı da getirecektir. Ayrıca acemiliği koruyup ilk heyecanınızı her zaman canlı tutmalısınız. Çünkü o sizi şekillendirecek ve geliştirecektir. Bu işte oldum ben, dediğiniz yerde yazı hayatınız bitmiştir. Kendimize hayran olduğumuzda yeni bir şey üretemeyiz. Oysa bu alan sürekli üretmeyi, sabretmeyi ve düşsen de yeniden ayağa kalkmayı gerektiriyor.

 

Sizin tabirinizle köşe yazınızdaki “yazma kalesi”ne dâhil olmak için hikâyeci olmaya niyetlenenlere tavsiyeleriniz nelerdir?

 

Öncelikle bir konu bulmanız ve onu şekillendirmeniz lazım. Konuyu kafanızda tartmalı, devamının nasıl gelebileceğini tahlil etmelisiniz. Bir dünya kurmanız, bir alan açmanız gerekiyor. Bunu yapabilmek için de o konunun biraz zihninizde mayalanması gerekiyor. Konu hazır olduğunda sizi heyecanlandırmalı, kalbinizi kıpırdatmalı. Hikâyelerinizi kalbinizle, heyecanınızla yazmalı; aklınızla sakinliğinizle yontmalısınız. Daha sonrasında ise zihninizde temel yapıyı oluşturmalısınız. “Öyküyü kim anlatacak, nerede geçecek, kaç karakter yer alacak?” sorularının cevabını oluşturmalısınız. Bunların hepsini tasarlarsanız yolda kalmazsınız. Sonrasında merak uyandırıcı bir şekilde yazmaya başlamalı ve beklenmedik sonlar oluşturmalısınız. Yazdığınız yazının ilk okuyucusu sizsiniz. “Benim önüme böyle bir yazı gelse okumak ister miyim?” diye sorgulamalısınız. Cevabınız evetse doğru yolda ilerliyorsunuz demektir. Ek olarak öykü yazmak çok detay bir iştir, fazlalıkları eleyin. Kelime tekrarlarından, konu etrafında dönüp dolaşmaktan kaçının. Doğrudan başlayın ve bir an önce bitirin. Öykünüz siz uzattıkça uzar. Kontrolü kaybeder ve öykünüzü bitiremezsiniz.

 

Biz sevdiğimiz yazarların gündelik hayatta neler yaptığını da merak ediyoruz. Naime Erkovan’ın en sevdiği yazar, en sevdiği şarkı, en sevdiği şiir, en sevdiği film, en sevdiği yer nedir ve bir ilkesi var mıdır?

 

En sevdiği şarkıdan başlayalım. O anki ruh halime bağlı oluyor. Bu bir türkü, sanat müziği ya da çok gürültülü bir rock müziği de olabiliyor. Bazen bir şarkıyı defalarca dinleyebiliyorum. Şiiri de çok ayıramam ama Behçet Necatigil’in “sevgilerde” şirini söyleyebilirim. Yine en sevdiğim filmi de ayıramam ama Budapeşte Oteli ve Azrail’i Beklerken en sevdiklerimdendir. Şehir olarak Maraş’ı seviyorum tabii. Özellikle ağaçlarını. Belki sizler sürekli gördüğünüzden fark etmiyorsunuz ama gerçekten şehirle çok bütünleşmiş ağaçlarınız var. Ayrıca tabii ki Berlin’i söyleyeceğim. Berlin’in benim içim duygusal bir tarafı var. Ama benim sevdiğim Berlin bugünkü Berlin değil. Hayalimdeki Berlin diyebiliriz. Ve ayrıca yine hayalimdeki İstanbul diyebilirim.

 

BERDÜCESİ - Sayı: 6